20 Temmuz 1969 tarihinde Aya ilk ayak basan Amerikalı astronot Neil Armstrong, yazımızın başlığında yer alan yukarıdaki sözleri söylerken, televizyonlarının başında bütün dünya nefesini tutmuş, insanoğlunun aydaki bu inanılmaz hiper uzay serüvenine tanık oluyordu!
O gün bir grup arkadaşla televizyonda bu olayı izlerken, hepimiz tarihte bir ilke tanıklık etmenin inanılmaz heyecanını da yaşıyorduk…
Nefeslerimizi kesen müthiş, şaşırtıcı ve inanılmaz bir andı!..
+++
Hayatın içinde yer alan birçok ilk ve bu ilklerin de kendi alanlarında elbette önemi, gelişimi, anısı ve özellikleri var…
İlk çocuk… İlkokul… İlk buluşma… İlk iş… İlk maaş… İlk ödül… İlk başarı… İlk seyahat…
Binlerce örneği verilebilecek ilkler, bir bakıma hayatımızın da romanıdır. Çünkü hayatta her ilkin; son gibi sosyolojik ve trajik bir öyküsü de var. Ancak bilim, kültür, sanat, ekonomi, ticaret ve diğer benzer dallarda insanlığın gelişim çizgisi düşünüldüğünde; kimi ilklerin dinamiği ve özelliği bir başka açıdan önem ve ayrıcalık kazanıyor. Aya ilk ayak basan Armstrong’du ama ilk parayı da Lidyalılar bastırmıştı. İlk elektronik bilgisayarı İngiliz Max Newman, ilk faksı da Alman bilim adamı Arthur Korn keşfetmişti. Yüksek basınçlı kompresyon kontaklı ilk motoru kim bulmuştu derseniz, onun adı da Rudolf Diesel’di!..
+++
Ticaret hayatında olup da günümüzde çek kullanmayan, çek sorunu yaşamayan olabilir mi sizce? Peki tarihte hamiline yazılmış ilk çek kime ödenmişti dersiniz? Hamiline yazılmış ilk çek 22 Nisan 1659 tarihinde Londra’da Nicholas Vanacker’a ödendi. 10 pound değerindeki bu çeki ödeyen banka, “Clayton and Morris”ti…
El yazısı ile yazılmış olan bu çekin aslı 1976 yılı aralık ayında Londra’da ünlü Sotheby’s müzayede salonlarında yapılan bir açık arttırmada meraklısına 1300 pounda satıldı. Bugün kullanılan çeklerin atası olan bu ilk çek, tıpkı günümüzdeki örnekleri gibi düzenlenmişti. Miktar önce yazıyla, sonra da rakamla belirtilmişti.
Bu arada “tarihte ödenen ilk çek”ten de söz edelim. Günümüze kadar kalabilen ilk basılı çekin üzerinde “4 Mart 1763” tarihi vardır. “Hoare’s Bank” adlı İngiliz bankasına ait bu çek, John Caleroft tarafından David Rosberts’a 5 bin pound ödenmesi için düzenlenmişti. Özel perfore bantlı İlk çekler ise 5 Temmuz 1864 yılında yine Hoare’s Bank tarafından bastırıldı.
+++
İpi eğirmek, insanların hayvanları evcilleştirerek çiftçiliğe başladığı İlk dönemlerde geliştirdiği özel bir hüner olarak bilinir. Mezopotamya’da, Zagros yöresinde yaşayan ilk koyun yetiştiricileri, el çıkrıklarında eğirdikleri iplerden ürettikleri
dokumalarla giyinmeyi de öğrendiler ve bu giysilerin kendilerini hayvan derilerinden ve postlarından daha sıcak tuttuğunu keşfettiler. Orta çağlara gelinceye dek, çıkrıklar ipi eğirmede en önemli aygıt olarak kaldı ve dokumacılık mesleği, önemli ölçüde insan emeğine bağımlı olarak gelişimini sürdürdü. Kumaş tüccarları ve dokumacılar, en yetenekli ve eli çabuk eğiricileri evlerinde çalıştırarak o dönemlerde toplumun taleplerini karşılaşmaya çalıştılar…
1771 yılında İngiltere’nin Cromford kentinde Richard Arkwright, çağdaş dokumacılık endüstrisinin temellerini attı ve ilk dokuma makinelerini yaptı. Kuşkusuz Arkwright’in keşfi olan makine, daha sonraki yıllarda aşama aşama gelişti ve günümüzdeki gücüne erişerek dokumacılık dalında büyük bir potansiyelin de ilk başlangıç noktası oldu. Çıkrığın, Mezopotamya’dan yola çıkıp, sonunda çağdaş bir makineler dünyasına dönüşmesi, insanın kültürel evriminin ve yaratıcı kimliğinin de kanıtı oluyor.
+++
Hatırlayanlarınız olabilir.
Naylon gömlekler, naylon iç çamaşırları ve diğer naylon ürünler özellikle 50’li yıllarda ülkemizde de büyük kabul görmüştü. Bu kez daha farklı bu üründen hareketle naylon bir dünyanın ilk günlerine bir U dönüşü yapalım:
İlk naylon Amerikan kimya şirketi E.I. Du Pont de Neumors’da, Dr. Wallace Carothers başkanlığında bir araştırma grubunca üretildi ve 17 Şubat 1937 yılında patenti alındı. Ticari amaçla üretilen ilk naylon ürün ise kayıtlarda “diş fırçası kılı” olarak gözüküyor! İlk naylon iplikse, Du Pont şirketinin Seaford’daki fabrikasında 15 Aralık 1939 yılında elde edildi ve öncelikle çorap yapımında kullanıldı. Üretilen tüm naylon çoraplar, ABD’li tüccarların kendi aralarında yaptıkları son derece ilginç bir anlaşma sonucu 15 Mayıs 1940 gününe kadar bekletildi ve o gün ülkenin her tarafında aynı anda satışa çıkarıldı. Dünya naylon çorap olmuştu ve daha sonra naylona dönüşen nice farklı ürün, yeni dünyalar ve yeni ufuklar açacaktı.
Her moda gibi naylon da günün birinde klasikler arasına karışıp gitti. Bugün ne kadar etkinliği ve işlerliği vardır, tartışma götürür. Ama en azından naylonlu günlerin anıları vardır, bu kesin! Sanırız bize kalanlardan biri de şu ünlü “naylon fatura” sözcüğü olmalı…
+++
Peki iş pantolona gelip dayanırsa ne olur? İlkler bahis konusu ise muhtemelen blucin olur!
Günümüzde blucin imali, Türk tekstil sanayiinin dünya çapında ve en gözde yarış alanlarından biri olarak ve özgün markalarıyla dikkat çekmeye devam ediyor. Ancak eminim çok kimse şu
blucinin hangi kaynaktan ortaya çıkıp yeryüzünde milyonlarca insanı etki, etek ve pantolon altına aldığını pek bilmez!
Şunu bir anlatalım:
1850 yılında Bavyera’dan Amerika’ya göç eden Levi Strauss, günün birinde blucinlerin babası olacağını nereden bilebilirdi ki!
“Altına hücum” döneminde San Fransisco’ya geldiğinde Strauss’un yanında çadır ve branda bezi yapmak için getirdiği “bir miktar kumaştan” başkaca hiçbir şeyi yoktu. Açıkçası Strauss o sıralar üstelik tek kelime ile sefilleri oynuyordu. İşte o sırada karşısına çıkan şikayetçi bir madenci Strauss’un hayatını, dünyanın da pantolondaki yeknesaklığını değiştirerek, bir devrimi gerçekleştirmiş oldu.
Madenci normal pantolonların çok çabuk eskiyip yırtıldıklarını söyleyince, Strauss’un kafasında o saat bir şimşek çaktı ve “elindeki kumaştan” dayanıklı pantolonlar dikmeye başladı. Madenler ve çiftlikler sonrası Amerika’yı baştanbaşa hızla kat edecek o pantolonun adı, sonradan bütün yeryüzünde blucin olarak anılacaktı!..
Blucin ve insan, birlikte yol aldılar ve modanın kulvarında sürekli yarışarak, değişerek ve yeni trendlerin eşliğindeki gelişimiyle gün be gün dikkat çekerek, günümüzdeki noktaya kadar geldiler. Bu noktanın adı zirveydi ve blucin artık vazgeçilmezdi. Blucin gençti, özgürdü ve blucin asla sınır tanımıyordu…
+++
Blucin günümüzde liderliğini sürdüredursun biz, farklı ilkleri izlemeye devam edelim:
Önceleri sadece çizmeler ve ayakkabılar için düzenlenen yeni bir aksesuar 1893 yılında Chicago fuarında sergilendiğinde bu düzenek Amerikalı girişimci Lewis Walker’in hemen dikkatini çekti. Bu da neyin nesiydi ki!
Bu soru aslında Walker’in da hayatını değiştirecekti. Walker bu aksesuarın “kumaşlar, giysiler ve insan” üçlemesinde hayatı kolaylaştırıcı bandını hemen yakaladı ve aynı yıl “Automotic Hook and Eye” adlı bir şirket kurarak bu aksesuarın üretimine geçti.
Aksesuarın buluş sahibi ise Whitcob Judson’du ve o da bir biçimde bir ilke imzasını çoktan atmıştı ve gelecekte buluşunun hemen bütün insanlarca kullanılacağından doğal olarak da hiç haberi yoktu. Ne var ki, Judson’un buluşunda bazı tasarım hataları vardı. Bunlardan en başta geleni kolayca açılabilir bir yapıya sahip olmamasıydı…
Sonuçta daha gelişmiş bir modeli 1902 yılında “Walkers Fastaner CO” firması üretti ve piyasaya sundu. Derken İsveç asıllı mühendis Gideon Sundback New Jersey’de bugün kullanılan aygıtın çağdaş tipini geliştirdi ve bunun patentini de 29 Nisan 1913 günü aldı.
Ancak bu aygıtın inanılmaz kabul görmesi 1917 yılında ABD’nin savaşa girmesiyle adeta bir gecede gerçekleşti. Aygıtın adı “fermuar”dı ve endüstrisi de milyonlarca asker pantolonu üzerinde bir anda gerçekleşerek tekstil sanayiinin yan bir ürünü olarak çoktan tarihteki yerini almıştı… Gördünüz mü şu küçük, sıradan görünen, çelimsiz fermuarın geçirdiği endüstriyel serüveni…
+++
Gerçekten her şeyin bir ilki var, hepsinin de insan eşliğinde gelişen ve zaman içine kendini aşan bir emek – rekabet serüveni var. Bu konuda birbirinden farklı sınırsız sayıda örnek yazılabilir. Ancak kabak tadı vermemek için bir yerde “son”u da gözetmek gerek!..
O halde sonuç olarak şu söylenebilir: Önce ilk vardı ve elbette ilkler olmasaydı birçok şey insanlığın hizmetinde ve gündeminde olmayacaktı.
Siz de kendi özelinizde bir ilk ve son değil misiniz?
Önemli olan ilkle son arasındaki hayat çizgisinde yaşadığınız dünyaya ve topluma yararlı ve olumlu bir şeyler, ayak izleri bırakmak değil mi zaten?..